39.Simit&Çay Programı 05 Mart 2025, 14:31

Değerli dostlar, bu toplantıda Düşünce Klibi kahvaltı programımıza (…), Bursa Milletvekili ve Parti Meclisi Üyesi Orhan Sadıbalı ile birlikte katılıyor. Kendisi tarımla ilgili konuşacak; Türkiye’deki tarım durumunu, neler yapılması gerektiğini ele alacağız. Ben kısaca sözü kendisine bırakıyorum. Sayın Vekilim hoş geldiniz; lütfen konuşmanızı buyurun.
Dün, Akademik Kurul Başkanımız, Sayın Profesör Doktor Mehmet Yüce Hocamız, sizi Ankara’da beklediğini, selamları olduğunu iletti. Kendisini ziyaret etmiştik. Biliyorsunuz, yeni bir genel kurul (kongre) düzenleyeceğiz. Kongremizde divan başkanlığını kendilerine teklif ettik; sağ olsunlar, onlar da kabul ettiler. O gün de programlarına göre divan başkanlığını üstleneceklerini söylediler. Katılımları için tekrar teşekkür ediyoruz.
Sayın Vekilim, sözü size bırakalım. Bizim toplantı formatımız genelde şöyle: Konuğumuz belli bir süre konuşur, mikrofon kesilmez, “süreniz bitti” gibi bir durum yoktur. Ardından ufak bir ara vererek, katılımcıların merak ettiklerini sormalarını sağlarız. Soru-cevap bölümüne geçeriz. Toplantımızın esas amacı, fikir alışverişi yapmaktır. Buyurun Sayın Vekilim.
Orhan Sadıbalı (Milletvekili) Konuşması:
Efendim çok teşekkür ederim. Hepinize günaydın. Kıymetli Başkan Ercan Bey’e de çok teşekkür ediyorum. Burada, bu ortamda olmak gerçekten büyük mutluluk. Cumartesi sabahı, herkesin farklı programları olduğu bir vakitte bu kadar insanın bir araya gelmesi çok değerli. Ayrıca kendi adıma da teşekkür ederim.
Bir çerçeve konulmadığı için istediğimi konuşabilirim ama konunun çok geniş olması da zor. Tarımdan başlayarak Türkiye’nin genel gidişatına, Bursa’ya ve siyasetteki gelişmelere dair düşüncelerimi paylaşacağım. Ardından soru-cevap bölümünde daha detaylı konulara girebiliriz.
Değerli kardeşler, öncelikle Düşünce Kulübü’nün kısa bir tanıtımını yaptınız. Gerçekten çok değerli, etkilendiğimi söylemeliyim. Bu saatte dostları bir arada görmekten de ayrıca mutluyum.
Türkiye, yakından bakıldığında “yüz yıllık” ama kökleri binlerce yıl öncesine uzanan büyük bir ülke. Üstelik yaklaşık 150 yıllık bir demokrasi arayışımız, var olan bir kültürümüz bulunuyor. Tarih boyunca zaman zaman çok olumlu, zaman zaman çok olumsuz durumlar yaşadık. Ama günümüzde, yeni bir dünya düzeni içerisinde Türkiye’nin nerede duracağı, nereye tutunacağı sorusu asıl meselemiz. Bu soru, sivil toplumdan akademiye, her yerde tartışılması gereken temel bir soru.
Ne yazık ki hayatın ekonomik zorlukları ve gündelik yoğunluk içerisinde “büyük fotoğrafı” çoğu zaman kaçırıyoruz. Doğru analizler yapamıyoruz. Ciddi bir kafa karışıklığı var. Zaman zaman biz siyasetçiler de gelişmeleri anlamakta ve doğru anlatmakta zorlanıyoruz.
Bu ülkenin Kurtuluş Savaşı çok yönlü bir savaştı: Bir yandan işgal kuvvetleri, öte yandan zayıf bir toplum yapısı, düşük okuma-yazma oranı, henüz tam anlamıyla toplumsallaşmamış bir halk... Mustafa Kemal Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını bir kez daha saygıyla anıyoruz. İnanılmaz şartlar altında bu topraklarda destansı bir mücadele verildi. Ardından hızlı bir modernleşme ve devrimler geldi. Tarım da o dönemde bir temel eksendi. “Üç beyaz” dediğimiz şeker, un, tuz fabrikaları kuruldu. İnsanların karnını doyurması, temel gıda ihtiyaçlarının giderilmesi öncelikliydi.
Cumhuriyetin ilk sanayileşme süreci o günün tarım ekonomisine dayanıyordu. Sonra 1929 Buhranı, ardından İkinci Dünya Savaşı... O dönemde savaşın dışında kalmak tercih edildi. Halk ekmek kuyrukları yaşadı ama savaşın tam ortasında olmamanın başka bir bedeli de vardı. Daha sonra çok partili döneme geçtik. 1952’de NATO’ya giriş, ardından Türkiye’nin kendine ait bir iradeye yeterince sahip olamaması…
Siyasette ve ekonomide dalgalanmalara bakarsak, küresel güçlerin Türkiye üzerinde her zaman müdahaleleri olduğunu görüyoruz. 1970’lerde dünya konjonktürüne katılma adına Türkiye, ne yazık ki giderek daha bağımlı bir ülkeye dönüştü. 1980 darbesiyle birlikte IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar devreye girdi. Karma ekonomiden hızlı bir şekilde serbest piyasa ekonomisine geçiş yaşandı. Devletin büyük ölçüde çekildiği, özelleştirmelerin hız kazandığı bir dönem oldu.
Özelleştirmeye, özel sektöre kesinlikle karşı değilim. Ancak “vahşi liberalizm”in tüm toplumu, eğitimi, sağlığı, tarımı ele geçirmesine karşı çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü liberal düzenin kendi kuralları vardır. Bizde ise kamu ihaleleri gerçekten serbest rekabet kuralları içinde mi yapılıyor? Kaynaklarımız birkaç holdinge aktarılıyor mu? Kamu kaynaklarının belirli gruplara teslim edilmesi, “devlet-şirket-siyaset” ilişkisini kuruyor ve bu da toplumun genelini olumsuz etkiliyor.
Eğitimde, sağlıkta ve tarımda görülen temel sorun “liberal politikaların” gerektiği gibi değil, vahşi biçimde uygulanmasıdır. Öğrenciler “müşteri”, hastalar “müşteri” konumuna gelmiştir. Tarım ise tamamen şirketlerin inisiyatifine bırakılmış, büyük global şirketler neyin üretileceğine, hangi fiyatla satılacağına karar verir hâle gelmiştir. Ne yazık ki buna sadece “IMF’nin, Dünya Bankası’nın suçu” da diyemeyiz; bizim siyasetçilerimizin de tercihi bu yönde oldu. Miras gibi devraldıkları toprakları, değerleri korumayıp satmayı tercih ettiler.
Dışarıdan ucuz kredi geldiği dönemlerde ithalatı tercih ettik, üretimden uzaklaştık. Tekstil dahil birçok sektörde ucuz ürünleri dışarıdan aldık. Üreten toplumu desteklemek yerine “tüketici toplum” olduk. Bu yüzden her kriz geldiğinde daha fazla borçlanma, daha fazla dışa bağımlılık ortaya çıktı.
2002’den itibaren bu çark farklı bir şekilde döndü. Sabit kur, yüksek faiz politikası ve sıcak para… Dönemsel olarak bu Türkiye’ye para getirdi ama üretimde büyük bir boşluğa yol açtı. Sonrasında “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen, dünyada eşi benzeri olmayan bir sistemle, yetkilerin tek elde toplandığı bir yönetime geçtik. Artık TBMM devre dışı, yasaları saray hazırlıyor; Meclis sadece onaylıyor. Merkez Bankası bağımsız değil, istediği zaman para basıp rezervleri satabiliyor. Mesela “128 milyar dolar nerede?” tartışması bunun yansımasıdır.
Tek kişinin kontrolünde yargı, yürütme, yasama bir araya gelince demokrasi askıda kalıyor. Teröre karşı mücadele, dış politikada gelinen nokta, Orta Doğu projesi… Türkiye artık Orta Doğu ülkesi kabul ediliyor. Eğitimde müfredat, kadrolar, liyakat sistemi, hepsi değişti. Tarikatlar, cemaatler güç kazandı.
Yakın tarihte yaşadığımız 15 Temmuz darbe girişimi ise hâlâ tam anlamıyla aydınlanmadı. TBMM’de kurulan “Darbe Araştırma Komisyonu” raporu neden açıklanmadı? Hakan Fidan, Genelkurmay Başkanı o dönem komisyona gelip bilgi vermedi. O komisyon ciddi bir çalışma yürüttü ama kilitlendi. Ardından ilan edilen OHAL hâlâ fiilen sürüyor. Demokrasi ve hukuk böylece askıya alındı. Üstüne 2017’de referandumla “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”ne geçildi. Bu sistem Amerika’daki, Fransa’daki, Almanya’daki başkanlık ve yarı başkanlık modellerinden tamamen farklı, “Türkiye’ye özgü” diyerek sunulan ama denge-fren mekanizmaları olmayan bir yapıyı getirdi.
Ekonomide 2018’den sonra döviz kuru patladı, TL ciddi değer kaybı yaşadı. Faiz, kur, enflasyon dengesi bozuldu. Damat Bakan (Hazine ve Maliye Bakanı) döneminde Merkez Bankası rezervleri satıldı. Kime, ne şartla satıldı, açıklanmadı. Ekonomi, dışarıdan da güven kaybetti ve yabancı yatırımcı gelmez oldu.
Büyük projelerin kamu-özel iş birliği (KÖİ) modeliyle yapılması, 25-30 yıllık garantiler verilmesi, ülkeyi büyük bir borç yüküne soktu. Dış borcumuz 500 milyar doları aştı, iç borç 300 milyar dolar civarında. Toplamda milli gelire yakın bir borç stoku var. Bu da her krizde ekonominin sallanmasına neden oluyor.
Aşılması için ilk şart, hukuk devletinin, demokrasinin, şeffaflığın sağlanmasıdır. Gelir adaletine dayalı, üretimi ve yerli tarımı destekleyen, ülke kaynaklarını koruyan bir anlayış geliştirilmeli. Asgari ücretlinin, esnafın, çiftçinin, iş insanının, hepsinin haklarını gözeten bir model benimsenmeli.
Bugün herkesten yüksek vergiler toplanıyor ama doğru şekilde harcanmıyor. Sadece son 20 yılda 4 trilyon dolar para kullandı bu iktidar. Osmanlı’dan beri gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin kullandığı toplam para ise 700 milyar dolardı. Dört katı parayla ülke uçmalıydı ama geldiğimiz noktada kriz, işsizlik, pahalılık var.
Sonuç olarak, hepimize sorumluluk düşüyor. Her kesimin hakkını savunacak, ülkenin geleceğini düşünecek, “çoğulculuk” ilkesine dayalı bir demokrasi anlayışını savunmalıyız. Yoksa devam eden “korku ve tek adam sistemi” krizi derinleştiriyor.
Siyasette “altılı masa” ve benzeri girişimler de aslında toplumun geniş bir mutabakata ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Toplumsal barışı sağlayabilirsek ekonomide, adalette, eğitimde kalıcı çözümler üretebiliriz. Fakat bugünkü iktidar, toplumu kutuplaştırarak kendi tabanını korumaya çalışıyor. Şu anki yönetim anlayışı “korku” ve “tahakküm” üzerine kurulu.
Bir ülkede Cumhurbaşkanı’nın 200 bine yakın insana dava açması akıl alır gibi değil. Avukatları sosyal medya üzerinden insanları takip ediyor. Paylaşımlarını ihbar edip dava açtırıyor. Bu kadar korku ile toplumu yönetmek imkânsızdır.
Yine diyorum; bu ülke bizim. Benim hayatımın bir kısmı yurt dışında geçti. Üç dört ülke dolaştım. Ama Türkiye gibisi yok. Evet sorunlarımız var, ancak çözüm de var. Asıl mesele, toplumsal mutabakatla demokrasi, şeffaflık, üretim ve akılcı bir ekonomi politikası geliştirebilmek. İyi bir yönetimle beş yıl içinde Türkiye toparlanabilir. İmkânımız, insan kaynağımız var.
Türkiye’nin atması gereken adımlar var. Öncelikle insan gücünü doğru değerlendirmeli. Yıllardır zor şartlarda yetişen, ancak iş bulamadığı için beyin göçüne sebep olan on binlerce gencimiz var. Üniversite mezunu, doktorasını yapmış insanlar; yurt dışına gidiyor. Bu kabul edilemez.
Kısacası, hayatta kalmak için farklı farklı mücadeleler verirken birbirimizi anlamak zorundayız. Siyasetçinin de, bürokratın da, vatandaşın da sorumluluğu var. “Bu ülkeyi gerçekten nasıl düzlüğe çıkarırız?” sorusuna net cevaplar vermemiz gerekiyor. Tarihimizde neler yaşandı, hangi hatalar yapıldı, bunları bilmeliyiz ki tekrarlamayalım.
Sorunlarımızın büyük bir kısmı, ne yazık ki 2017 Referandumu ve 2018’de yürürlüğe giren “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ile derinleşti. Çünkü burada denge-fren yok, her şey tek kişide toplanmış durumda. Gece yarısı kararnameyle orman alanı satılabiliyor, Merkez Bankası yönetimi değiştirilebiliyor. Meclis sadece onay makamına dönüşmüş durumda.
Özetle, herkese çok iş düşüyor. Sivil toplumun, akademinin, basının sorumluluğu büyük. Geçmişin yanlışlarını ve darbelerin toplumda açtığı yaraları iyi anlayıp, demokrasiyi gerçekten yerleştirebilirsek bu ülke çok büyük bir potansiyele sahip. Ama kutuplaşmanın devam etmesi hâlinde kriz ve kaos da devam edecek.
Konuşmamı burada noktalıyorum. Sorularla zenginleştirelim, buyrun.
Moderatörün Kapanış Sözleri:
Sevgili Vekilim çok teşekkür ediyoruz. Konumuz geniş ve önemliydi; tarım, demokrasi, ekonomik gidişat, hukukun üstünlüğü... Pek çok boyut var. Bizi kırmayıp ayrıntılı değerlendirmeler yaptığınız için sağ olun. Şimdi sözü katılımcılara bırakıyoruz. Hem soru-cevap hem de kısa yorumlarla devam edelim.
Ayrıca, akademisyen dostlarımızın ve diğer katılımcıların katkılarını da bekliyoruz. Bugünkü kahvaltımıza katılan tüm değerli misafirlere teşekkür ediyor, kongremiz için davetimizi yineliyoruz.
(Soru-Cevap bölümü metinde yer alan, zaman zaman kesintili notlar şeklindeydi; buraya özetle dahil edilmiştir.)
Katılımcılar, yenişehir ve İznik çevresindeki çevre mücadelelerinden, çimento fabrikası girişimlerinden, köy enstitülerinin kapatılmasından, Kemal Derviş politikalarından, belediyelerin harcamalarından, LGBT ve İstanbul Sözleşmesi tartışmalarından, hayvancılıkta ve süt üretiminde yaşanan sorunlardan bahsettiler. Vekil, çeşitli örnekler vererek sistemin aksayan yönlerini, tarımdaki yanlış politikaları ve bunları düzeltmek için kapsamlı reformlar gerektiğini dile getirdi. Son olarak da kooperatifçilik ve yerelde üretimi destekleyen projeler konusuna değinildi.
Programın sonunda tüm katılımcılara teşekkür edilerek toplantı sona erdirildi.
Not:
Bu metin, gönderdiğin orijinal dökümandaki zaman kodlarını ve sesli konuşma dili kaynaklı hataları gidererek düzenlenmiştir. İçerik akışı aynı kalacak şekilde cümle kuruluşları iyileştirilmiş, tekrar eden dolgu sözcükleri (örneğin “eee”, “ııı”, “falan”, “işte” vb.) büyük oranda sadeleştirilmiştir. Metnin özgün anlam bütünlüğü korunmaya çalışılmıştır.
DİĞER FAALİYETLER
-
48.Simit&Çay Programı
07 Mayıs 2025, 11:01 -
46.Simit&Çay Programı
12 Nisan 2025, 10:09 -
45.Simit&Çay Programı
25 Mart 2025, 01:00 -
44.Simit&Çay Programı
17 Mart 2025, 14:20 -
7.Simit&Çay Programı
11 Mart 2025, 12:22 -
8.Simit&Çay Programı
11 Mart 2025, 12:22 -
9.Simit&Çay Programı
11 Mart 2025, 12:21 -
10.Simit&Çay Programı
11 Mart 2025, 12:21 -
11.Simit&Çay Programı
11 Mart 2025, 12:20 -
12.Simit&Çay Programı
11 Mart 2025, 12:19